9 Nisan 2008 Çarşamba

SIMULACRA AND SIMULATION

Gerçek nedir? Gerçeği nasıl tarif edersiniz kokusu, şekli, biçimi, tadı var mıdır? Öngörülen olarak nitelendirilebilir mi ya da kabullendirilmiş olarak adlandırılabilir mi? Gerçek kime ve neye göre dayandırılır? Toplumun etik kuralları çerçevesinde mi değerlendirilir yoksa sabit bireysel görüşlerin sonucu mudur?
Gerçeği tanımlamak için buna benzer bir sürü sorular sorulabilir ama benim amacım onu tanımlamak değil… Onun varlığını sorgulamak… Bunlar birçok insana göre deli saçması ya da postmodernizm in öngörüsü olarak düşünülebilir… Hayır, ben işin felsefi yanında değilim… Ben sadece onun varlığını sorgulamak istiyorum…
Çok mu saçma geldi… Hadi gel beraber düşünelim seninle…
Farz edelim ki bu dünyaya yeni gelmişiz… Bomboş uçsuz bucaksız bir tahta verilmiş önümüze ve bilgiyi buraya kazımaya başlamışız… Önce annemizi tanımlamışız… Tanımlama mekanizmamız tamamen duyularımızla ilgili mesela onun kokusundan, sıcaklığından, sesinden v.s. gibi algılarımız yoluyla elde ettiğimiz verilerle bu mekanizmanın çarklarını oturtmuşuz…
Sadece annemizi tanımak bize yeterli gelmemiş… Önce etrafımızdakileri tanımaya başlamışız… Onların belirli özellikleri ile değerlendirmişiz… Daha sonra her şeye karşı bu mekanizmayı tekrar tekrar çalıştırmışız… Mesela elma yemeye başlamışız… Onu kokusundan, tadından, sulu olmasından, yani kısacası ona ait olan özelliklerden onu tanımlamışız…

Sanırım buraya kadar her şey normal… Peki, sana ilk sorum farz edelim ki bu dünya ile ilişki kuramayacağımız bir yerdeyiz… Bize her gün bir hap vermişler, o hap’ın bugün toplumumuz tarafından kabul edilen elmanın bütün vitaminlerini taşıdığını, tadının aynı olduğunu yani kısacası algı yoluyla bildiğimiz her şeyi bize yansıttığını varsayalım… Günün birinde bize bir gün elma nedir diye sorulduğunda aklımızda oluşacak resmi düşünün…

Ee bunda ne var demeyin… sadece bir elma örneğinden yola çıktık… hayatımızda yeri olan her şey için aynısını yaptığımızı bir düşünün… inandığımız her şeyin bir anda yok oluşunu görebildiniz mi?

Ve bence bu işin güzel olan yanı bu sadece materyaller için geçerli olmadığını söylüyorum…

Tahmin ettiğiniz gibi duygusal olarak hissettiğimiz şeylerden bahsediyorum…

Sanırım ne söylemek istediğimi en iyi bir örnekle açıklayabilirim…

Şimdi seninle bir insanın hayattaki evrelerini ve inançlarını sorgulayalım…

İnsan hayatı aslında sonunun ne zaman olduğu bilinmeyen bir süreçtir… Hayat doğum ile ölüm arasındaki bilinmeyen bölgedir… Çocukluğumuzdan başlayan gençliğimiz, olgunluğumuz ve yaşlılığımız diye nitelendirebileceğimiz bölümlerden oluşur…

Çocukluğumuzda inandığımız değerleri gençlik döneminde sorgularız ve hepsini birer birer terk ederiz…çizgi filmlere olan bağlılığımız gibi... Oysaki çocukluğumuzdaki bazı karakterler aslında vardı… pokemonlar gibi… aha ha şimdi bana evet o zaman çocuktuk şimdi genciz daha bilinçliyiz derseniz söyleyebilecek tek sözüm… İnandığınız kaç tane aşkınız oldu derim…

Bir kızı seversin bişeyler paylaşırsın ayrılırsın dünya başına yıkılır falan filan… Daha sonra başka bir kız için aynı süreç tekrarlanır… Peki, nereye kadar işte bu noktada olgunluğumuz geliyor… O zaman aşka olan inancınız kalmamış, ihtiyaçlarınız farklılaşmıştır… Artık körü körüne inandığınız Türk filmleri tarzındaki aşk sizin için sadece bir yalandan ibarettir… Sevgi her zaman vardı saygıda ama aşk hiçbir zaman var olmamıştır bu dünyada… Aşk sadece bizim kendi yalanımızdan ibarettir… Birine inanma ihtiyacı gibi… Varlığını bilme ihtiyacı gibi…




Bu yazıyı uzun süredir bitirmeye çalışıyorum ama bir türlü tüm söylemek istediklerimin hepsini söyleyemedim… Her adımda yeni idea’lar oluşuyor beynimde… Sanırım bu sadece hayatın içinde yaşayarak bitirilebilecek bir yazı… O yüzden yazımı tamamlama işini size bırakıyorum… Yaşayarak bitirin bu yazıyı… Çünkü ben öyle yapacağım…

Umut Mudur?

"umut kotuluklerin en buyugudur iskenceyi uzatir"

nietzsche aforizmasıdır. halbuki umut etmeden yaşayamıyor, insan.

"yaşamak bir işkenceyse; evet, işkenceyi uzatır. ancak umuda en çok ihtiyaç duyduğumuz zamanlar da bu işkence anları değil midir?"

her telefon sesine koşmak, her çalan kapı zilinin ardından " o mu?" diyen gözlerle bakmak, dışarı çıkarken belki ona rastlarım diye güzelce hazırlanmak, bu sefer başaracağım diye çalışmak, bir şekilde hayata biraz daha tutunmak..

sen hiç umutsuz kalmamışsın anlaşılan nietzche amca. umutların acı vermiş sana. beklemekten yorulmuşsun, o kadar.

gelmeyeceğini bilsen de yine de kapı eşiğinde beklemektir, umut. belki gelir'dir ve kapıda kalabilir'dir. kapıda kalmasın diye eşikte beklemek ve hiç yorulmayacak kadar onu sevmek demektir. onsuz yaşayamamak ve o yüzden beklemekten yorulmamamak demektir.

umudu olmadan nefes alabilir mi, insan?.. biraz daha işkence!

Evimdeki Çekirge

Evimdeki çekirge

Bu sene bu evdeki ikinci çekirgem… Mutfakta tüpün arkasında yaşayan kendi çapında bir dünya… Geceleri hiç yılmadan beni çıldırtmak için elinden gelen her şeyi yapı.p bütün gece cırt’layan ve bundan bir türlü usanmayan o küçük canlı… Onu bulmak bile 3 günümü aldı ve inan bana o sinir harbiyle bulsaydım hiçte arkadaşça davranmayacaktım konuda şahsı geçen şâhısa…

İlk başları benim için gece uyumamı engelleyen bir etken gözüyle bakıyordum… Bir müddet sonra, sadece ruhların olduğu bu buhranlı mekânda benden başka yaşayan tek canlının uykularımı kaçırmaya yeminli o küçük, uyuz ve iğrenç sesli çekirgenin olduğunu fark ettim… Sanki yalnızlığımı paylaşıyordu… Benim hayatımın bir parçası oluvermişti birden… Artık onsuz ve o uyuz cırtlama sesi olmadan uyuyamaya başladım… Tabi bu benim için sadece bir süreçti ta ki onun cırtlama sesiyle uyumaya çalıştığım bir gece izlediğim bir belgesele kadar… Belgeselde çekirgelerin kendi eşlerine olgun bir birey olduğunu ve bunu onlara anlatmak için o iğrenç sesi çıkardıklarını öğrendim… Sonra bir müddet sadece bunu düşündüm…

Hadi sende hayal et… Benim hayatımı yaşa bir an için… Evinde son sesle bağıran kendi eşini arayan ve hayata bir nevi isyanla karışık, hiç yılmadan usanmadan vazgeçmeden çok büyük bir kararlılıkla her gece hiç durmadan bağıran bir karakter düşün… Mutluluğu için ya da daha cüretkâr bir tabirle mükemmel aşkı için hiç yılmadan her gece durmaksızın isyanlaşan o kararlı ses… Bunu her düşündüğümde çok büyük bir saygı duyuyorum o küçük canlıya…

Buraya kadar her şey normal… Ya ben… Dört duvarın arasında saklanan, her şeyden korkan, artık ayakta kalmak için sebepler bulmakta zorlanan ben… Ne kadar hüzünlü bir hikâyeyi perdeliyor muşum hayatımda… Acınılacak bir hayat… Ben o küçücük canlı kadar cesur olamamışım, onun kadar güçlü de olamamışım… Ben o dört duvarın arkasında, duvardaki çatlaklardan hayatı izleyen adam, korkaklıkla karışık bir hayatı yaşayan ben… Sevdiğim kişinin karşısına çıkı.p “seni geri istiyorum” demekten korkan… Kendimi bir kafese mahkûm eden, tekrar hayal kırıklığı yaşamaktan korkan ben… Ne yazıktır ki kendimi o çekirgeyle her kıyasladığımda kendim için hep kötü sözler düşüyor hesabıma… Kendi çığlıklarımı düşünüyorum… Kimsenin duyamayacağı yükseklikte… Benim hayatım için bu çığlıklarıma verdiğim isim “Radical Noise”…


Şu soruma cevap verin

Şu soruma cevap verin;

Kalbinizin derinliklerinde, dünyada kimsenin size aldırmadığını ve hiç kimsenin sizi sevmediğini düşünseydiniz… Yiyecek, elbise, ev, aile, zenginlik, basarî ve üne olan ilginizi yitirmez miydiniz? Kendi kendinize 'Yasamamın ne yararı var…' diye sormaz mıydınız? Şu anda en sevdiğiniz kişinin sizi sadece kendi çıkarı için sevdiğini anladığınızı bir düşünün... Dünya birden bire başınızın üstüne çökmez miydi? O an yasam size anlamsız gelmez miydi? Diyelim sıradan bir yaşamınız var… Günlük yaşıyorsunuz… Günün birinde gerçek, derin ve doyurucu bir sevgi bulacağınızdan umudunuz olmasa, kalan hayatinizi nasıl yasardınız?

Hayatımın geri kalanına her baktığımda anlamını yitirmiş hikâyelerle karşılaşıyorum… Yitirilmiş aşklar, arkadaşlıklar, dostluklar… Ne kadar hazin bir çağda yaşıyorum… Değerlerin hiçe sayıldığı, duygusuz, acımasız, duyarsız bir dünya burası… Türk filmlerinden kalma duygularım aşka, arkadaşlığa, dostluğa dair… Onlar kadar şanslı olamamışım… Düşünüyorum birkaç sahne bile geliyor aklıma… Arkadaşının hayatı için kendi hayatını feda eden dostluklar, uğruna ölümü bile göze alınmış aşklar, bütün çilelere ortak olmuş bütünleşmiş aileler… Sende düşün eminim en azından bir iki sahne gelir aklına… Ama ne yazık ki insanlar kandırılmış yokmuş böyle şeyler… Günümüzde tek porsiyonluk arkadaşlar, aşklar yaşanır olmuş… İnsanların değerleri çürümüş…

Bu hayatta benim için güzel olan her şey hayal kırıklığı oluyor… Ve her seferinde hayatımı sil baştan tekrarlıyorum… Sürekli yeni olan her şeyin tadına bakmak zorunda kalıyorum… Sanırım buraya kadar… Ben bundan sonra ne istediğimi biliyorum; bana bir porsiyon arkadaşlık, lütfen acılı olsun…

lost spirit

kaybolan ruhların ardından bakılınca geçmişin köhne yanlız ıslak harabe şehrine görebilinen tek şey yanlızlık we hüzün olur... göz yaşları dökersin umarsız gecelerin sabah olmayan alaca karanlık aydınlığına... ışık loş geçmişin acılarını sana hatırlatır gece ise üstünü örtmek için sabırsızlanır... sonuç olarak ne aydınlıktır ne karanlık... ne acıdır nede umut... sadece yanlızlık...

acı kabuğu gibidir gerçeğin... istemezsin ama benliğin gibidir... ne kaçacak bir yerinn wardır nede saklanacak bir yerin... bir göğüs ararsın paylaşacak... benlikten uzak olmak isteyeceğin gibi senin gibi... yaşamdan alınan bütün öğütleri içeren bir yanlızlığın karanlığında yaşanmış hikayeler paylaşacağın...

delirmek istersin yaşamla karşı karşıya kalınca kendinle dalga geçer üzmessin kalbini istemessin yaşamı en güzellerini ... acı çekmekten korkar gibi olmaktan bıkıp çıkarsın kabuğundan...

düşler görmek istercesine dalarsın uykuya kimsenin sana zarar wermesine izin wermeksizin yanlızlığınla girersin rüyalar kentine... yetler çimendendir çıplaksındır... özüyle buluşmak gibi benliğinin... bir melek beklersin bakmaya kıyamayacağın... kendinden bile utanmayı isteyeceğin...